Yaşam

Sinema şehri Adana ve Yılmaz Güney sineması

Halil İmrek

Batı Anadolu’dan sonra emperyalizmin etkisine açılan Çukurova’da Türk toprak sahiplerinin kapitalist ilişkileri daha hızlı geliştirdiği, tarımda makine kullanımının daha hızlı olduğu görüldü. (…) Türk ve Ermeni toprak sahiplerine ait çok büyük çiftliklerin bulunduğu Çukurova’da, Batı Anadolu’nun eskisinden çok daha geç başlayan kapitalist tarımın çok daha hızlı geliştiği söylenebilir.(Orhan Kurmuş)

Adana, 1900’lü yılların başından itibaren ekonomisi pamuğa dayalı bir sanayi kenti haline gelmişti. Personel şehriydi ve seri üretimden kaynaklanan bir refleksle kitlesel eğlence aracı olan sinemaya büyük ilgi vardı. Öte yandan personel istihdamı, sistemli çalışma ve düzenli gelir anlamına geliyordu; Bu düzenlilik, eğlenceye ve dinlenmeye ayırabileceği zamanı mümkün kılıyordu.

Sinemanın Adana için tarihi bir değeri vardır. Kentte yüz yıllık bir sinema geleneği var. Özellikle 1960’lı ve 1970’li yıllarda sinema, Adana’nın en değerli ekonomik, sosyal ve kültürel faaliyetlerinden biriydi. Bu dönemde kentte 120’ye yakın açık ve kapalı sinema salonu bulunuyordu. Fabrikaların etrafında mahalleler oluşmuştu ve bu mahallelerde en az bir tane yazlık sinema vardı. Bu salonlar aynı zamanda o dönemde “gece” olarak adlandırılan siyasi grupların kültürel faaliyetlerine de ev sahipliği yapıyordu.

Adana’nın taşlı yolları, arnavut kaldırımları, taş köprü, fayton arabaları, sivrisinek sıtmasıyla fakirlerin hayatını cehenneme çeviren sarı sıcağı, üçe üç veren tarlalar, portakal bahçeleri, çeltik, cin sıkma fabrikaları, zorbalık, eşkıyalık, ağa-fargat Çatışma ve farklı milletlerden insan mozaiğiyle Çukurova adeta doğal bir sinema platosu. Çukurova’daki sosyal ve ekonomik koşullar ve çelişkiler sinemacılara çarpıcı bir araç sağladı. Pamuk işçilerinin kıyasıya yaşam mücadelesi, topraksız köylülerin işçileşmesi, sanayileşmeyle birlikte öne çıkan personel yaşamı gibi pek çok konu daha önce edebiyatta işlenmiş ve bu edebiyat sinemaya kaynak olmuştur. Bölgedeki bu derin çelişkiler birçok senaryoya ilham vermiş, ülke sorunlarının sinema diliyle aktarılmasına uygun bir bölge olmayı sürdürmüştür.

‘ADANA’DA BİR FİLMİN UYGUN OLACAĞI BELİRTİLDİ’

Cumhuriyetin ilk yıllarından yetmişli yılların sonlarına kadar vizyona giren yerli ve yabancı filmlerin sevilip sevilmeyeceği Adana’da belli oldu. Hazırlanan filmler ilk olarak Adana halkına sunuldu, sinema beğenilirse Anadolu’ya ve Türkiye’ye yayıldı. Sabahın erken saatlerinde fabrika ve tarlalarda çalışmaya giden çalışanların en büyük keyfi, akşamları beş yüz ila bin kişi kapasiteli yazlık sinemalarda gazoz ve fasulye eşliğinde film izlemekti. Yılmaz Güney sinemaları yazlık sinemalara geldiğinde özellikle Adana’nın yoksul mahallelerinde biletleri tükenen evlere oynuyordu. Bundan hem sinemacılar hem de sinema çalışanları faydalanacaktır.

ADANA’NIN SİNEMAYA ETKİLERİ

Adana sinemayı birçok yönden etkilemiştir. Sinemanın temel kaynağı edebiyattır. Adana hem en değerli edebiyatçıların şehri hem de eserlerin mekânıdır. Adana sinema için ulaşımı kolay doğal bir yayladır. Adana, sinema bölümünün en büyük sinema dağıtım bölgesi olan önemli bir sinema merkezidir. 1964 yılında Adana’da 46 yapım şirketinin bulunması, Adana’nın bir sinema şehri olduğunu göstermektedir. Canlı sanat yaşamıyla onlarca sinemacıya (yönetmenler, yapımcılar, oyuncular, senaristler) yetişti. Altın Koza Sinema Festivali’nin 1969 yılından beri yapılıyor olması ve Adana’da bir sinema müzesinin bulunması bunun göstergesidir. Birçok şehirde müze açmak mümkün ama şehrin etkilendiği sinemalardan müze kuracak İstanbul dışında ikinci bir şehir var mı bilmiyorum.

Adana, İstanbul’u etkileyen bir izleyici potansiyeline sahip. Sinemalar bu seyirciye özel olarak inşa edildi. Bu izleyici giderek kendi yaşamının sinemada temsil edilmesini talep etti ve bunu kabul ettirdi. Böylece İstanbul’un tiyatro yapmadığı Adana için yapılan sinemalar İstanbul’a da kabul ettirdi. Ayrıca Adanalılar arasında güçlü bir dayanışma var. Adana Altın Koza Sinema Festivali de bu etkinin bir diğer ayağıdır.

Yılmaz Güney, büyük sinema yeteneğiyle Adana’nın tüm etkisini üzerinde topladı. Bu bakımdan, Yılmaz Güney’de, Adana’nın sinemaya etkisi temsil edilmektedir.

ADANALI YILMAZ GÜNEY VE İSTANBUL

“Herkesin özlediği ve hayalini kurduğu bir şehir var. “Adana’yı seviyorum.”(Yılmaz Güney)

Yılmaz Güney, İstanbul’a gelişini bir mektubunda şöyle anlatıyor: “Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u ele geçirdiğinde yirmi bir yaşındaydı. Yirmi yaşında İstanbul’a geldim ve gündeliği dört liraya Tünel’de bir pansiyon odası kiraladım ve ‘Merhaba İstanbul şehri, çabuk teslim ol,’ dedim. lütfen beni rahatsız etmeyin.’ . Dinlemedi. Pansiyon sahibi yaşlı bir kadındı. Bana sordu:
‘Neden İstanbul’a geldiniz?’
‘İstanbul’u almaya geldim hanımefendi’ dedim.
O güldü. Ancak ne kadar ciddiydim? “Kimse bana inanmadı çünkü atım ya da kılıcım yoktu.”

İstanbul kolay teslim olacak bir şehir değil. Hatta tam sizi fethettiğini düşündüğünüz anda sizi ele geçirir. Şimdilik bu konuyu bir kenara bırakalım. Döneme baktığımızda İstanbul’a gidenin takip olarak Adana’yı alması gerekir. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, Adana bir şehir değil, Anadolu’nun yarısını etrafında toplayan bir merkezdir. Adana ilk olarak vatandaş dayanışması çerçevesinde Yılmaz Güney’e sahip çıktı. Yaşar Kemal’den Atıf Yılmaz’a kadar pek çok aydın, bu Adanalının dayanışmasıyla onu dinledikten sonra içindeki mücevheri fark ederek bu yeteneğe destek verdi. Yaşar Kemal, Yılmaz Güney’le görüşmesini anlatırken bu durumu şöyle özetliyor: ” Cumhuriyet’te çok çalışıyordum. “Ben de ‘Sadece beni soran Adanalılar içeri alınsın’ dedim.”

O dönemde Yeşilçam ile Adana sinemanın iki ayrı merkeziydi. Adana geniş bir sinema dağıtım ağına sahipti. Sinema yapımcılarının, özellikle de küçük sermayelilerin önemli bir kısmı Adanalı. Yeşilçam’da İstanbul için farklı, Anadolu için, özellikle de Adana için farklı sinemalar yapılıyor. Dönem yıldızların dönemidir. Adana, Star adıyla bir film sipariş ediyor. Yılmaz Güney kendini göstermeye başladığı andan itibaren, Adana dağıtımcıları Yılmaz Güney’in sinemalarını istiyordu. Yılmaz Güney sinemaları iyi bir iş çıkardıktan sonra bile özellikle İstanbul’un merkez sinemaları bu sinemalara yer vermekte direndi. Yerleşik bir izleyici kitlesi, izlemekten keyif aldıkları film türleri ve bu ihtiyacı hem yaratan hem de karşılayan sinema şirketleri var. İstanbul ise Yılmaz Güney şahsında uzun süre salonlarını kapatarak bu etkiye direndi.

YEŞİLÇAM SİNEMA ANLAYIŞINA SAVAŞ AÇTI

Yılmaz Güney, Yeşilçam sinema anlayışına savaş açtı. Sonuçta Yılmaz Güney politik bir insan, organize bir hayat yaşayan, sanata ve sinemaya politik perspektiften bakan biri. 70’li yıllardaki toplumsal gelişimde Yeşilçam’ın klasik yapısının dışına çıkma eğilimine girmiş, fakir kız-zengin oğlan ya da tam tersi popüler filmlerden farklı olarak köylünün, personelin ve işçilerin dertlerine odaklanmış ve geliştirmiştir. sinemasıyla sınıfsal tavrı.

O dönemin klasik Yeşilçam sinemasını besleyen temel çatışmalar Doğu-Batı, zengin-fakir, geleneksel-modern şeklindeydi. Zengin, Batılı, modern bir adam olur; Bir Doğulu genellikle fakir ve klasik olarak tasvir edilirdi. Sanatsal korkularla ya da popülist yaklaşımla film yapmak isteyen yönetmenler yapımcıların duvarına çarpıyordu. Yılmaz Güney’in ilk olarak halkla kurduğu bağla bu duvarı yıktığı ortaya çıktı. Bu bakımdan Yılmaz Güney; Toplumun ve hor görülenlerin kaygılarını toplumsal gerçekçi bir bakış açısıyla yansıtan sinemalarla değerli bir devrim yarattı. İnsanları büyük ekranda endişelerini izlemeye, kendilerine destek bulmaya ve sorunlarının çözümü için adım atmaya teşvik etti. Bunu yaparken de halkın yaşamına ve kültürüne içkin bir mit inşa etti. Bu tip Yeşilçam’ın yıldız sistemini devam ettiren ve yok eden bir etki yarattı. ‘Çirkin Kral’ ismi bile bunu simgeliyor. Toplumsal hareketler geliştikçe ve toplumsal bilinç arttıkça Yılmaz Güney de bunun bilinçli bir modülü olarak değişti. Halkın gördüğü ilgi onu Yeşilçam sinemasından kurtardı. Güney, klasik Yeşilçam kalıplarını kıran cesur atılımlara imza attı. Ticari baskılardan uzak, daima kendini aşan, topluma yönelik, devrimci bir sinema ortaya çıktı.

Güney, yaşanan sorunların analizine dair ipuçları veren, düşündüren ve toplumsal sorunların analizi doğrultusunda çözüm önerileri sunan devrim niteliğindeki sinemayı geliştirdi. Ezilen halkları ve toplumun sınıfsal çelişkilerini başarıyla ortaya çıkardı. İfadesi açık, sade ve basitti. Toplumsal sorunlara duyarlı, düşündüren, sorgulayan, kısacası yaşayan sinemanın merkezinde halkın sorunlarını beyazperdeye yansıttı. Elbette bu doğrudan sınıf sorununa bakış açısıyla ilgiliydi. Yılmaz Güney, halk arasında büyümüş, halkının sıkıntılarına ortak olmuş gerçek bir halk sanatçısıydı. Oyunculuğunun da katkısıyla Türk sinemasında toplumsal gerçekçiliğin kapısını açtı. Yaşadığı toplumun yüklerini başarılı sosyal uyumlarla kamuoyuna taşıdı. “Her zaman halkımın karakterini oynadım” dedi. Bilinci öyle bir noktaya ulaşmıştı ki, kendi yarattığı efsaneyi yok etmeye başlamıştı.

GÜNEYDEN ANADOLU’YA: BANA SAHİP ÇIK

Çirkin Kral efsanesi kolay yaratılmadı. Yılmaz Güney’in halka yönelik sineması, hakim sinema anlayışı tarafından çok sert bir direnişle karşılandı. Yılmaz Güney, Cesurdu filminin Anadolu galası için gittiği İzmir’de de şunları söylüyor: “Filmlerde hayatımızı anlatacağım. Bir şeye ihtiyacım var. Yani İstanbul’da ben Anadolulu olduğum için horluyorlar. “Bana iyi bak.” Bu süreç boyunca Adana ve temsil ettiği Anadolu, Yılmaz Güney’i kanatları altına aldı ve aralarında olanı korudu. Yılmaz Güney de Adana’yı sinema ortamı olarak kullanarak burada buldu ve kendini ifade etti. Sonuçta bu savaşı Yılmaz Güney kazandı. Daha önce yüzüne hiç bakmamış olanlar yüklü miktarda para ödeyerek onu ele geçirmeye çalıştılar. Yılmaz Güney, ilk tepkisiyle; Bilinci derinleştikçe bilinçli olarak onlara direndi ve asla teslim olmadı. Ancak İstanbul sosyetesi olarak tanımlanan egemen sınıflar bunun bedelini ona ödetmiştir.

SİNEMA YÖNETİCİLER İÇİN TEHLİKELİYDİ

1965-1980 yılları arasında Türkiye’de yaşanan sınıf mücadeleleri ve halk hareketleri Türk sinemasını da etkilemiştir. Daha sosyalist, sınıf odaklı filmler çekilmeye başlandı. Yükselen toplumsal hareket ve yarattığı kültür, egemen sınıfların çıplak şiddetiyle karşılandı. Çünkü sinema siyasal iktidar için tehlikeliydi. Halkın sanat kesimi olması açısından büyük etkisi oldu. Sinemanın hem sözel hem de görsel etkileri olduğu için toplumu dönüştürme olasılığı daha yüksekti. Egemen sınıflar, binlerce insanın aynı anda ortak duygu etrafında birleşmesinin gücünün farkındaydı. Bu özellikleri sinemayı edebiyattan daha etkili ve daha tehlikeli kılıyordu. Elbette edebiyat çok değerlidir ama edebiyat okurlara, yazarlara, onu okuyacak zamanı ve parası olan bir izleyici kitlesine ihtiyaç duyar. O günün kuralları, bu koşullara ulaşanlara bazı ayrıcalıkların da kapısını açıyordu. Sinema seyircisi olmanın hiçbir kuralı olmadığı ortaya çıktı. Türkçenin en etkili romanlarından biri olan ‘İnce Memed’, bastırılsa da yıllarca kitapçılarda satıldı. Ancak sinemasında sansür kontrolü aşılamadı. Yıllar sonra sadece yurt dışında sinemalarda gösterime girdi. Ya da Orhan Kemal’in ‘Bereketli Topraklarda’ adlı romanı sinemaya uyarlanınca yasaklanmaktan kurtulamadı. Bu bakımdan bir kitle sanatı olan sinema, başından beri sıkı sansürlerle kontrol edilmeye çalışılmaktadır. Yılmaz Güney sinemalarında olduğu gibi yine yasaklandı.

Birincisi, yetmişli yılların ortasındaki faşist terör; Kahve süpürmeleri ve sinema bombalamaları sokakları tehlikeli hale getirdi, ardından darbe ve onun ürünü neoliberalizm tüm hayatı yeniden yapılandırdı. Örgütsüz, güvencesiz esnek çalışma, boş zamanları da kontrol altına aldı. Ortaya çıkan boşluk televizyonla dolduruldu. Binlerce bireyle empati kuran, değişimin ve dönüşümün mekânı olan sinema salonları birer birer kapatıldı. İnsanlar televizyonda film izlemeye başladı. Çok kanallı televizyonun günlük hayata girmesi ve ticari korkulara teslim olmasıyla tanınır. Televizyon kanalları önce kendi izleyici kitlesini oluşturdu, daha sonra bu izleyici kitlesini veri olarak alıp üst sınıfların masal dünyasının hikâyelerini anlattı. Sinema da bu akımdan etkilendi. Ya sinemasal açıdan güçlü ama küçük bir izleyici kitlesine hitap eden sinemalar üretiliyor, ya da halka sunulan ama onları kendi hayatlarından uzaklaştıran sinemalar üretiliyor. Toplumsal hareketin istikrarsızlığı, bireyin yüceltildiği ve onun sorunlarının temel sorunlar olarak resmedildiği sanatsal bir ortam yarattı. Bugün bir deja vu durumu var gibi görünüyor. Aynı şekilde olmasa da televizyon kanalları, Yılmaz Güney’in savaş açtığı sinema anlayışının temsilcileridir. Halkın hayatından kopmuş güçlü kız, zavallı oğlan ya da tam tersinin yeni versiyonları ortaya çıkıyor.

Bu tabloyu değiştirecek olan ise emekçilerin ve işçilerin bir sınıf olarak hareket etmeleri, hak ettikleri değeri kazanmaları ve kendi kültürlerini inşa etmeleri olacaktır. Bu çaba, dün olduğu gibi, bugün de kendi sanatçılarını yaratacak ve ticari sinemalarda israf edilen yüzlerce yeteneği ortaya çıkaracaktır. Kapitalizm ve burjuvazi, kendi çürümesini topluma yayarak, toplumun maddi ve manevi yeteneklerini yok ederek hayatta kalıyor. Dünyanın bu yükü ne kadar taşıyabileceği bilinmiyor. Ancak insanlık ve onun temsilcisi işçi sınıfı mutlaka kendine bir ortam yaratacak ve yeniden ayağa kalkacaktır. Türkiye hâlâ bu sınıf bilincinin merkezi olmaya aday.


Kaynaklar:

Orhan Kurmuş, Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi.
Turhan Feyizoğlu, Yılmaz Güney/ Tatsız Bir Kral
Altan Yalçın, Yılmaz Güney Dosyası
Selimiye Mektupları, Yılmaz Güney

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu